29 Mart 2019 Cuma

Narin Yükler (Röportaj-Kimyazıyor.com Ocak 2019)


Didem GÖRKAY: Arkadaş Z. Özger şiir ödülünü alan kitabınız Aynadaki Çürüme'ye bu ismi verirken nerden yola çıktınız? İsmin hikayesini paylaşabilir misiniz?
Narin YÜKLER: Nesne olarak aynalarla aramda hep mesafe olmuştur. Çocukluğumun geçtiği evden şu an yaşadığım eve kadar aynalarla sıcak bir ilişkim olduğunu söyleyemem. Elimde tuttuğum bir fotoğrafa ne kadar yakın durduğumu anlamak için aynanın karşısına geçtiğim gün isimlendirdim kitabı.
“Bir yüzü ancak bize bakıyorsa görürüz. Profil asla yüz değildir ve kameralar her nasılsa çoğu yüzü profile dönüştürür’’ der J.Berger. Elinizde tuttuğunuz bir fotoğrafın şimdiki zamanla ilişkilenmesi mümkün değildir. Birkaç dakika öncesini gösterse bile geçmiş zamana aittir o.  Ayna, görüntünün şimdiki zamanla ilişkisini mümkün kılıyor. Bu yüzden Platon’u, Aristotales’i, Lucas’ı Ibn(‘ül) Arabî’yi ve dünya edebiyatındaki eşsiz birçok eseri cezbettiği gibi beni de cezbediyor ayna metaforu.
Çürüme ise o fotoğraftan ne adar uzaklaştığımı fark etmemle başladı. Fotoğrafın geçmiş zamanla ilişkisi, ‘’ayna’’nın yansıtıcılık özelliğiyle şimdiki zaman anlatıcığı ve ‘’çürüme’’ nin şimdiki zamandan başlayıp geleceğe yürüyen küf yeşili rengi şiirler arası geçişle girift bir hal aldı ve bu durum  ‘’aynadaki çürüme’’nin omurgasını oluşturdu.

D.G: Şiirde yenilikçi olmaktan mı yanasınız yoksa geleneksel şiiri mi savunuyorsunuz?
N.Y: Okumayla ilişkim yıllar öncesine dayanıyor. Yazmayla ilişkim o kadar uzun değil. Bu sebeple şiir yazmaya başlamadan önce de şimdi de eskiyi okumaya özen gösteriyorum. Neyin, hangi dönemde, nelere karşılık durduğunu öğrenmeyi önemsiyorum. Takip ettiğim şairlerin eski eserleriyle yeni eserleri arasındaki yolculuğun öğreticiliği aydınlatıcı. Oraya saplanıp kalmadığımız sürece bunun bir şiirzaman yolculuğu olduğuna inanmak güzel. Ancak geleneği benzer biçimlerde üretmeyi bir bahçede yer alan aynı tür ağaçlara benzetiyorum. Birbirine benzeyen, aynı tür onlarca ağaç... Var olana saplanmamak, onu dönüştürmek, farklı biçimlerde yeniden üretmek zorundayız. Kendimize seçeceğimiz yolu çevremizi duyumsayarak, içsesimizi bulmaya çalışarak ve güzeli çağırarak bulabileceğimiz kanısındayım.

D.G: Kitapta dört bölüm yer alıyor. Çürüme, ayna, perde  ve hafıza adlarını seçmenizin nedeni neydi?
N.Y: Aynadaki Çürüme bir kitap oylumuna ulaşsın diye şiirlerin rastgele derlenip bir araya getirildiği bir dosyadan oluşmadı. Dosya bütünlüğünü göz ardı etmeden, ilk kitapta olması gerektiğini düşündüğüm birkaç izlekten oluşan şiirleri birbirinden ayırmadan, kendi içerisinde anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde bölümlere ayırmak istedim. Bölüm isimlerini ve beraberindeki epigrafları seçerken sözcüklerin çağrışım yetisine sığındım. Göç ve yola dair söylemek istediklerimi ‘’çürüme’’, kendimle karşılaşmalarımı ‘’ayna’’, aşklara ve gizlere dair yazılanları ‘’perde’’ ve biraz olsun kamusal bellek yaratabileceğine inandığım şiirlerimi ‘’hafıza’’ isimleriyle anmak istedim.

D.G: Şiirlerin genelinde bir yol imgesi var. Kitabınızı da yola ithaf etmişsiniz. Yol size neyi ifade ediyor?
N.Y: İnsanın gerçekliği kendisi için zorlayıcı olduğu kadar didaktik özelliklere de sahip. ‘’Yol’’ da benim için rızayla başlamayan, çok uzak olmayan, ama yakın diyemeyeceğim, ‘’ev’’den ayrıldığım, fakat başka birinin evine/yurduna gitmediğim bir yolculuğu imliyor. Öğretici olmaması mümkün mü? Kendi etrafında dönmeye benzeyen bir yolculuk benimkisi. Hiçbir zaman evinde hissedemeyeceğin, dönebildiğinde hiçbir şeyi bıraktığın gibi bulamayacağın bir yolculuk.  ‘’Göç’’ der Stuart Hall, ‘’tek yönlü bir yolculuktur, geri dönülecek yuva yoktur.’’ Bireysel algılanmasını istemem tüm bunların. Tüm yersiz yurtsuzluğumla söyleyebilirim ki bu ‘’maruz kalma’’ bana özel değil. Sadece son birkaç yıla baktığımızda bile kaç insanın buna maruz kaldığını görebiliriz. Yerinden edilme biçimi olarak ‘’yol’’un varış noktasına sahip olmadığı muhakkak. O zaman ‘’gerçek yolculuk nedir’’, ‘’nereye olmalıdır’’ gibi sorular zamansallıkla beraber açılıyor önünüze. Bunlara yanıt ararken buluyorsunuz kendinizi. Süreç sizi oraya getirip bırakıyor. Kendinizle, kendinizi anlama arasındaki o sınıra. Bir de çevrenizin başkaları tarafından örülmüş sınırlarla kaplı olduğunu görüyorsunuz burada. Sadece ülkeler, şehirler, evler arasına çekilen bir sınır da değil bu. Anlamamaktaki ısrar, gerginlik, sürekli saldırma hâli, tahammülsüzlük, gittikçe artan huzursuzluk, kötücül olanı çoğaltma hevesi... Tüm bunların toplamı ısrarlı olumsuzlama.  Yazmanın mümkünlüğüyle bunu yok sayabiliyor, olumlayabiliyoruz. Neye ne kadar yettiğimiz meçhul. Ama o sığınak sağaltıcı. Dışarısı insan için korkunç bir sarmal. İçeriyi görebilmek sağaltıyor.  G. Bachelard’ın ‘’içerisi ile dışarısının diyalektiği’’ adlı çalışmasında ilk defa karşılaştığım J.Tardieu dizeleri kulağıma mırıldanan bir şarkı gibi geliyor şimdi;
‘’ilerlemek için kendi çevremde dönüyorum,
hareketsizliği barındıran siklon.’’
...
‘’ama içeride hiç sınır yok!’’
Ben de ‘’ilerlemek için kendi çevremde dönüyorum. ‘’ dışarısı sınırlar ve bencilliklerle kaplı. ‘’Ama içeride hiç sınır yok!’’

D.G: Şiirlerinizde dikkat çeken diğer bir imge de hafıza, özellikle şair duyarlılığına sahip olanlar için hafıza bir yük müdür?
N.Y: Hatırlamakla ilgili birtakım problemlerim var. Neyi unutmak istediğim ile neyi unutmamam gerektiği arasında gittiğim yolun zaman zaman beni yorduğunu itiraf etmeliyim. Bu,  karşıya çizdiğiniz bir çerçeveye, istediğiniz bir fotoğrafı yerleştirmek için adım attığınız anda ayaklarınızın çevresine çizilmiş büyükçe bir daireyi fark etmeniz gibi aşındırıcı bir his. Sizi çevreleyen, çıkışınıza izin vermeyen büyükçe bir daire. İçeriden bakınca büyük, katlanılabilir bir çember. Bazen dışarıdan nasıl göründüğünü hayal etmeye çalışıyorum. Oldukça küçük bir şey tasavvur ediyorum. O halde diyorum; o halde o fotoğraf ve o çerçeve benim. İçinde sıkıştığım, büyük zannettiğim, beni sarmalayan daire de. İkisi arasındaki mesafeyi kısaltmak adına çok bakış tükettim. Hâlâ oralarda bir yerde tükendiğimi hissediyorum. Evrensel değere vurduğumuzda hangimizin dairesi bu kadar küçük değil ki? Bunu bir avunma biçimi olarak seçiyorum. Sonra bunu unutmak istiyorum. Hafızamda hep genişlemeye, genişletmeye, alan açmaya dair şeyler kalsın istiyorum çünkü. Toprağa birden fazla fidan diktiğimizde aralarına – boğulmasınlar diye- bıraktığımız boşluklar gibi... Nefes payı diyorum buna. Bunu da unutmamam gerekenler hanesine yazıyorum.  Çok sonra yoklama yapıyorum kalanlara dair. Orada eli kolu bağlı yığınla görüntünün beni beklediğini görüyorum. Bunlar yük. Bilirsiniz,  yaşadıklarımız onu hatırladığımızda değerlenir. Onu aktarmaya çalıştığımızda ise farklı bir misyon yüklenir. Hatırlama, anlatma/aktarma kararıyla birlikte tanıklık anlamı kazanmaya başlar. Bu aktarım süreci ise tanıklık edebiyatına malzeme oluşturur.  Tanıklık edebiyatını kişisel deneyimlerimizden ve bu deneyimler sonucu oluşacak yargılarımızdan (belki önyargılarımızdan) bağımsız düşünemeyeceğimiz için elbette hafıza ve aktarımı da anlatıcı (şair) üzerinde bir yük. Tanıklığımız yaşadıklarımızı gerçekleşme anında aktarmamıza (resmetmemize, çizmemize, yazmamıza) izin vermez. Zamanla anlamlandırma sürecine gireriz. Bu süreci deneyimlerimizden bağımsız değerlendiremeyeceğimiz için bu yükü yorumlama aşamasında hafifletmeye çalışırız. Bu yorumlamanın bütünüyle tarafsız olması imkânsız. Tüm göreceliğine rağmen tanıklık, tanığın hikâyesini anlatarak verili dilin karşısında durabilir. Statükonun belleği ısrarlı bir şekilde silme çabasına karşılık bu, bir itiraz niteliği kazanır. J. Berger’den aktaracak olursam; ‘’Bugün var olanı resmetmeye çalışmak, umudu teşvik eden bir direniş eylemidir.’’
 ‘’Aynadaki Çürüme ‘’ de kişisel deneyimler (ben)le örülü, genelle ilişkilenebilecek bir tanıklığın eseridir ve bu konuda dikkatli okurun fark edebileceği gibi çokça pitoresk şiirler içerir.


D.G: lk şiirinizden ödül aldığınız Aynadaki Çürüme kitabınıza kadar geldiğiniz süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
N.Y: Şiir yazmaya başladıktan kısa süre sonra dergilerle tanıştım. Bir derginin benden şiir isteyip, (devamında yayın tarihi verip) özyaşam öykümde ‘’Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldığım’’ ifadesini okuduktan sonra vazgeçmesini gülümseyerek anımsıyorum. Gülümseyerek anımsıyorum, çünkü o dönemde de şimdi de kabul görmeye yönelik çabam olmadı hiç. Sakinlik ve üslup günlük yaşamımda da edebi ilişkilerimde de önemsediğim iki şey. Söylemek istediklerimi üslubunca söylemeye dair inancımı diri tutmaya çalışıyorum. O dergiden sonra şiirlerim kitaplaşma sürecine kadar birçok dergide yayımlandı.  Zamanla seçici olmak zorunda olduğumu hissettim ve bu dergilerin sayısını ikiye indirmeye karar verdim. Sonrası her zaman varlığını hissettiğim bir editör ve kitaplaşma süreci.  Dosyayı bitirdiğim tarihin üzerinden yaklaşık iki, kitabın yayınlanma tarihinin üzerinden bir yıl geçmiş. Şimdi tekrar okuduğumda ’’şöyle olsaydı daha iyi olurdu’’ diyebileceğim birçok noktayla karşılaşıyorum. Bazen uzaklaştığınızda görebiliyorsunuz hatalarınızı. Bir iç çekiş değil bu, farkediş. Şiirin hep daha iyiye doğru yürümesine dair bir süreç. Hiç bitmemesini dilediğim...

D.G: Günümüz şiirini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir şair gözüyle beğendiğiniz şairler kimlerdir?
N.Y: Durağan şeylere ‘yeni şiir’ diyemiyoruz. Yerinde sayan, tekrar eden... Sözcüklerin dil aracılığıyla başkalaşım geçirmesine tanık olmayı arzuluyoruz birçoğumuz.  Hayal kırıklığına uğradığımı söylersem ‘’yeni’’ye dair haksızlık yapmış olabileceğim hissine kapılıyorum. Hem benden önceki kuşaklardan hem de kendi kuşağımdan güzel şiirler okuyorum.  Sina Akyol, Akif Kurtuluş, Şeref Bilsel, C. Hakkı Zariç, Nilay Özer, Betül Dünder, Didem Gülçin Erdem gibi...

D.G: Genel olarak toplumda şiire karşı bir önyargı var. Özellikle yayınevleri şiir dosyalarına yeteri kadar imkan tanımıyor. Bu durumda şiiri sevdirmek bir işe dönüşüyor. Burda şair mi okuyucu mu bu durumdan sorumludur?
N.Y: Kurum destekli yayınevlerinin şiire bakış açısı şiiri özendirmede yetersiz. Şiirin bir edebiyat türü olarak kurum destekli yayınevleri tarafından adeta dışlanması, butik yayınevlerinin şiiri ‘’okunmayan tür’’ olarak ilan edip bedel karşılığı yayımlaması, şiirin okunma oranıyla yazılma oranının birbirine yakın olması şiirin çıkmazlarından.  Bir yol açmak için ya destekli yayınevlerinin şiire daha fazla alan açması gerekiyor, ya da şiirin kendine bağımsız bir itiraz geliştirip nitelikli kollektiflerle kendine yol açması gerekiyor.

D.G: Şiirle mi yolunuza devam edeceksiniz ilerleyen zamanlarda düzyazıya yönelmeyi düşünüyor musunuz?
N.Y: Yazmaya öyküyle başladım. Şiir yazmaya başlamadan önce birkaç öyküm dergilerde yayınlandı. Şiiri başka bir yazın türüne geçmede basamak görmediğim için şiiri terk edip bir başka yazın türüne yönelmeyi düşünmüyorum. Başka bir yazın türünde yazmayı şiiri terk etmeden düşünebilirim belki. Bu süreçte şiir beni terk ederse, tükenirsem veya tekrara düşersem devam etmektense bırakmayı tercih ederim. Fakat bunları konuşmak için çok erken.  Geleceğe dair keskin sözcüklerle konuşmaktan imtina ediyorum. Yaşamımız sürekli yazma eylemiyle meşgul olabilecek kadar güvenli, endişesiz ve düzenli değil çünkü.  İş, varsa eş, sevgili, akraba, dost, çocuk, eğitim, hastalıklar, kişisel planlar, hezimetler, hayaller arasında yaşıyoruz her birimiz. Kısa vadede gelecekten okumalarım için ayırabileceğim daha fazla vakit dilemekten başka temennim yok. Gelecek hepimiz için güzellik ve iyiliklerle gelsin dilerim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder